28 Aralık 2010 Salı

Kendi ölüm haberini almak


Komik geldi önce. Öyle ya yanında bir sürü insan.Onlarla gülerek anlaşmaya çalışırken gelen bir telefona dönüyorsun.Oysaki telefonun saatlerdir çalmaktadır ve sen sürekli sessize almışsın. Ama bu arayan önemli.rededemeyeceğin bir numara. 2 satırlık zaman dilimi için onun yaşadığı şehre gittiğinde kapıdan uğramadan o şehirden ayrılamayacağın kadar önemli. Geldiğimi duyarsa uğramadığını duyarsa kırılır dediğin kişi. Karşında bir kadın sesi. Bir anne. Sevdiğin bir insan nasılsın diye soruyor. İyiyim biraz grip olmuşum hayrola cevabının ardından seni rüyamda gördüm merak ettim diyor. İşin aslının öyle olmadığı cevapsız diğer numaraya döndüğünde anlaşılıyor. Kadının oğlu. iyimisin diye soruyor. Evet ne olduki şimdi annen aradı diyorum. Sabah bir telefon geldi. öldü dediler sabahtan beri sana ulaşmaya çalışıyorum ,haberi aldıktam sonra kahroldum,boşlukta gibiyim hele sen telefonlarını açmayınca diyor. Sabahtan beri gelen telefonların sırrı çözüldü. Bunu düşünürken soruyorum ne oldu ne oldu. Ölüm haberim. Gülüyorum önce iyiyim diyorum. Kadının Oğlu. 3-4 ay öncesine kadar o sabahlara kadar süren sohbetlerimizden önce pekde sevmediğim adam. Kadının oğlu arkadaşımın abisi. . Sonra aklıma geliyor söyledikleri. O 3-4 ay öncesine kadar pekte sevmediğim adam kahroldum diyor. Oysaki 3-4 ay öncesine kadar ne bir şey paylaşmışız kendisi ile ne de konuşmuşuz doğru düzgün selamlaşmaktan başka. Birde güvenip herşeyi anlatıkların var.
Bunları düşünüp birde sürekli değer verip hep kazık yediklerine karşılaşınca hala umut var diyorum. Hala umut var. İnsan nasıl sadece bir-iki gün sohbet ettiğinin ölüm haberini alınca boşluğa düşer kahrolur. Bunu sen anlayabilirsin . Sende onlardansın. Geri kalanlar seni ve sana benzeyenlerin istediği kadar güvenlerini ayaklar altına alsın hala umut var.

Yeni Yaş




Son 3-4 haftadır farklı bir süreçten geçiyorum. Hayatım boyunca sürekli olarak dik durmaya çalıştım. Hani derler ya eğilmez cinsten.mesela bu akşam bir yakınım kuzenimin eşi beni ilk gördüğünde aklından geçenleri söyledi “sert ,ürkütücü,kaya gibi” Hep öyle durmaya çalışmaktan kaşlarımın arasında derin çizgiler oluştu. İş hayatının cilvesimidir nedir kötü adam rolünü oynamakta bana düştü.Hatta iş hayatımda şu an yakın olduğum insanlar bile benim ne musibet birisi olduğumu anlatırlar yeri geldikçe. Fırsatı kaçırmazlar.
Her neyse ne demiştik başlarken son 3-4 haftadır farklı bir süreçten geçiyorum. Çocukluğumu düşünüyorum mesela. Özellikle şimdi hayatta olmayan çocukluk arkadaşlarım bir şekilde çok takılır oldu aklıma. Onlar ,yaşadıklarımız ve kimin şimdi nerede ne yaptığı. Çocukluk zamanları güzeldir insanın. Farklılıkların en az olduğu yaşlar olduğu için belkide.Hala görüştüğüm çocukluk arkadaşlarım var. birde hala aradıklarım. Nerdeler ne yaparlar. Şu face dedikleri birazda bu işe yaradı.
Çocukluk demişken ben çok yer dolaştım. Çocukluğumda mesela ilk okulu 4 ayrı okulda okudum. Sonra ortaokulda 2 okul lisede 2 okul. Üniversite de alışkanlıktanmı nedir 2 okulda okudum. Bir tanesi paklamadı işte (Hatta bugünlerde 3. ye kayıt yaptırma telaşı içindeyim)
İnsanın bu kadar çok dolaşınca çok arkadaşı vardır değilmi. Ben bir gün ayrılacağımı bildiğimden olsa gerek fazla içiçe olmamayı tercih ettim.Hep en fazla 1 bilemedin 2 arkadaşım oldu benim, ama onlarla herşeyi paylaştım. Sırlarımı,soframı herşeyimi. 18-20 li yaşlara kadar pek arkadaşımda olmadı açıkçası. 1-2 tanesi yetti pekte fazlasına ihtiyacım olmadığını düşündüm. Şu anda da şu face listesine bakıpta saysam hani kaç tane arkadaşım varmış diye herşeyi paylaştığım insan sayısı 2 elin parmaklarını zor geçer.
20 li yaşlar zor zamanlardı vesselam. Çok insanla tanıştım çok şey paylaştım ama şimdi o dönemdende elimde kalan 1-2 kişi fazlası yok. O 1-2 kişi ilede hemen her hafta sonu bir aradayız. Gerçek dostluk dedikleri cinsten. Mesela okulun mezuniyet yemeklerine falan katılmam. Çünkü okuldan doğru düzgün görüştüğüm arkadaşım olmadı. Bir arkadaşım vardı. Oda kız arkadaşımdı . En son ben 7 seneye rağmen eşyalarımızı bile almışken,annesinin beni çağırdığı hafta sonunun öncesinden sırf sorumluluk almaktan korktuğum için(hayatın garip tecellisi işte şu anda 430 kişinin sorumluluğunu taşımak ) bitti diyerek terk ettikten sonra kafamda kırmaya çalıştığı şarap şişesinin ardından bir daha da görüşmedik. 20 li yaşlar demişken deliydim o sıralar kalk derlerdi otururdum otur derlerdi kalkardım. ( gerçi bazı yerlerde hala öyleyim ya)
20 li yaşların sonu ve 30 lu yaşların başı iş hayatı vs derken yine zamanım olmadı öyle dostluklara vs . Saysam dürüstlük ,insanlık ,saygı gibi erdemlere sahip 5-10 kişi ya çıkar ya çıkmaz. Onlardan bir kısmı bile belki gerçek arkadaşlar değil ama iş hayatında alınan bir nefes sadece.İşten çıkınca kaçı ile nerede karşılarız , Ya da karşılaşırmıyız tartışılır. 1-2 si dışında karşılaşmayız herhalde. Ama yolda görsem selam vermedende geçmem.Kaçırmam bakışlarımı Ahde vefa ya inanırım ben.
Her neyse ne anlatıyordum. 3-4 haftadır farklı bir süreçten geçiyorum. Önce çocukluğumu hatırladım. Sonra tüm bunların üzerine iş hayatındaki karışıklıklar. Gidenler gelenler vs vs. Belkide anneannemim ölümünün duygusal etkileri bunlar .Herbiri önemsiz gibi görünsede birleştiği zaman o kaya gibi diye tabir edilen insanın yapmayacağı şeyler yapmaya başladım. Belkide kayanın altında dolaşan kızgın lavlar bir çıkış noktası aradı bir patlama noktası ve basıncın etkisine dayanamayıp çocukluğumu hatırladığım noktadan çıktı dışarı.. Neden oldu birden böyle bilmiyorum. Ancak 20 gün sonra doğum günüm 35 i terk ediyorum usulca. 36 bitirilmek için sırada
dedikleri doğrumu acaba,İnsan yaşlandıkca duygusallaşırmış. Yaşlanıyormuyum ne.

defterime yazdıklarım



Benim bir defterim var…
Bu deftere yazmaya başlayalı yaklaşık olarak 16 yıl geçti. Günlük değil. Sadece şiirlerde yok içinde. Sayfaları kimi küçük notlar, kimi şiirler ,kimi mektuplar ve kimi fotograflar dolduruyor sayfalarını. Düzenli değil alabildiğine karmaşık gelir, defteri eline ilk kez alana. Ancak ben o deftere neyi ne zaman hangi yılın hangi ayında yazdığımı biliyorum.
Mesela bir sayfada 1995 yılının aralık ayının otuzunda yazmışım bir arka sayfaya 1996 yılının eylül ayında . Bir sonraki sayfa 1996 yılının mayıs ayında yazılmış. Tüm bunlardan sayfalar sonra 1994 yılının 25 temmuz ayında bir anı paylaşılmış. Oradan 1998 yılının nisan ayına geçmiş. Hayatım gibi karma karışık. Bu tarihler sayfaların birçoğunda yazmıyor ancak ben hatırlıyorum. Kimler yok ki o sayfalar da .Yüreğimin derinliklerinde sır olanlar, kaybettiklerim kazandıklarım dostlarım, düşmanlarım, dost bildiklerim bazen kaybettiğimi sanmışken yıllar sonra kazandıklarım. kimler yok ki.
Benim bir yaşamım var
şairin dediği yolun yarısını çoktan geçmiş… düşünüyorum kimi zaman konuştuğum bir insanı nerde hatırladığımı . yada çocukluğumdan bir anı hatırlamak istiyorum beceremiyorum.
İnsan neyi hatırlayıp neyi hatırlamak istemediğine nasıl karar veriyor. mesela bazen bir vesikalık fotograf görüyorum ben bu kişiyi tanımıştım bile diyemiyorum. Ama aynı adamı gülerken görsem tamam diyorum bu o . garip bir durum. Hatırlamak için defter gerekmez oysa
Benim bir yaşamım var . Bu yaşamda hatırlamak isteyip hatırlayamadıklarım, kazanmak isteyipte bu saatten sonra geç oldu artık deyip yaşanmamışlıklara ah ettiklerim, çevremdeki insanlara bakıp kaybettiğim dostluklara imrendiklerim
benim bir defterim var içinde unutmak isteyipte unutamadıklarım

Bilmiyordum

Ben bu kadar sevildiğimi bilmiyordum. Kötü anılan yönetici diyordum. Arkandan iyi ki gitti diyecekler diyordum. Öyle diyenlerde oldu şüphesiz. Ama ben bana gitme demeyeceklerini bilmiyordum. Bana dönmem için ne istersen yapalım diyeceklerini bilmiyordum. ben mutluyum benim için bir şey yapmayın derken ,bunu bana bir zamanlar kızdığım bağırdığım insanların biz seni seviyoruz diyerek söyleyeceklerini bilmiyordum. herkes sevinir sanıyordum.Dönmeyeceğimi biliyorum ama bilmediklerimi bilmiyordum. Mutlu oldum

.

OTUZSEKİZ YAŞ


Bundan yaklaşık 1,5 sene öncesi idi. Arabada beni Mecidiyeköye götüren arkadaşa 38 yaşımı doldurmadan hayallerimin peşine düşeceğim demiştim. Keza aynı günlerde 40 yaşıma bu ülkede başkasının yanında deli gibi çalışarak girmeyeceğim dediğim gibi.
37 yaşını facebookta gizlediğim doğum günümün bitimine yakın bu günlerde neler yaptığımı ve neler yapacağımı anlatmak istedim. Aslında hesaplaşmam bu kendimle ve yaşantımla.
37 yaş biraz farklı oldu. Uzun zamandır şikayet ettiğim ama bir türlü kopamadığım eski şirketimden bir kaç günün içinde ayrılıverdim. Sebebi çıktığım bir tatilde kendimi bulmam gibi görünsede aslında tek sebep bu değildi. Galiba ben kendimi aramayı unutmuşum unuttuklarımın tamamını hatırladım. Umutlarımı korkularımı.yakınımda olan bir kaç kişinin dışında kimsenin bilmediği sırlarımı. Mesela 96 yazında ne yapıyordunuz siz. 96 yazı ölüm kokuyordu bedenim. Çürümüş et parçası. Dirhem dirhem boğazı yakıp geçen aseton kokusu. Ben 96 yılından sonra bir daha mücver yemedim. Hep ölümü hatırlattı bana. Neden diye sormayın dedim ya sır çünkü.Bu neşeli yüzün ardında bir kabus....
Ardından gelip geçen yıllar. Deli gibi çalıştığım aslında bir şeylerden ve/veya kendimden kaçtığım yıllar oldu.
37 yaş biraz farklı geldi. Dedim ya kendimi arama serüvenine başladığım yıl olacak 2010 takvim sayfalarında benim için. Önce 10 gün tatil ardından 5 gün ardından işten ayrılış kısa sürede yeni bir iş bulma ve orada başlayan yeni bir hayat. Yeni bir hayatın içinde yeni arayışlar. Deli gibi beklenen 38 yaş. ya 38 yaş kapıya dayandı çok değil 4-5 gün sonra bedenimin bir köşesine bir yıllığına oturacak.ama ben 37 yaşın son günlerinde kendimle ilgili kararlar alıyorum. Bu günlerde bir değişim fırtınasına girdim sanki. Mesela zayıflamaya karar verdim ve diyetisyene gittim. Önümüzdeki günlerde başlıyorum. Yarın pasaportta başvuruyorum. Ne mi yapacağım. Gitmeye karar verdim. Uzaklara. Ne kadar uzak derseniz yaklaşık 19 saat. Bir lisan bir insan demişler ya dil öğrenmek bahane. O hayallerin bonusu sadece. Ben yeni bir yaşama gidiyorum. Tanıyan kimsenin olmadığı ,sırların olmadığı , korkuların olmadığı özgürlüğün tadı gibi bir şey.Biraz özlem olacak tabi göremediklerime konuşamadıklarıma ve dokunamadıklarıma. Tadamadıklarıma belki. Ama gitmek istiyordum ve hazırlıklara başladım. Zor olacak. Şimdiden 2-3 yıl evinden sevdiklerinden uzakta olmak ama marco polo venedikten ayrılma gücünü kendinde bulmasaydı marco polo olabilirmiydi.Belki bende gittiğim yerde beni ağırlayacak bir kubilay han bulurum yada en iyisi kendi kendimin kubilay hanı olurum.değilmi.
Dün bir piyango bileti seçtim sonu 38 ile biten içimden değil yüksek sesle 38 yaşım uğurlu gelsin dedim. Belki benim dileğim tutmaz ama dileği tutan varsa benim için bir dilek tutsun dilekleri gerçekleşsin diye. Tek istediğim bu insanlardan. Birde biraz önce dinlediğim şarkının üzerine tıklamaya çalışırken yanlış yere tıkladım ve bir sayfa açıldı başında yolculuk isimli şiir Nazımdan bana ve herkese gelsin. Biraz da beni anlatıyor. Birazda ruhumun şair yanına dokunuyor.
Yine söylüyorum 38 yaşım uğurlu gelsin. Bloğumda dediğim gibi 35 ten sonra geriye saymaya başlayanlardayım 70 li yaşlarda yeni doğmuş bir bebek saflığında 70 yılın sırlarını taşıyan bir bilge olmak istiyorum. Bunun için çok yer görmek istiyorum. ama her şeyden önce 38 yaşın uğurlu gelmesini istiyorum.
Bir şair yolculuk ediyor
bir denizinde dünyamızın
bakarak bir yıldıza.
Yolculuk ediyor şairin biri
yıldızlardan birinde bir denizde
bakarak dünyamıza.
Yolculuk ediyor şairler
denizlerinde kâinatın
bakarak birbirine.

16 Ekim 2010 Cumartesi

kirlendik

Kirlendik,



Bizi kirleten ne daha kirli ortamlarda yaşamamız ne de çöp evlerde yaşamaktı (ki çöp evlerde yaşayanlar belki bugünün kirliliğinden uzaklaşıp geçmişlerinin temiz günlerini arayanlardı. )



Tükettik



Amerikayı keşfeden ve istila eden beyaz adamın önce bizonları bizonlarlarla birlikte yerlileri sonra kendilerini tüketmeleri gibi bizde önce doğayı sonra insanı tükettik.



Tükendik



Doğaya saldırdık iştahımız arttıkça saldırılar için yeni yöntemler geliştirdik küçük ev bacalarını büyük sanayi bacalarına çevirdik. Doğayla birlikte kendimizi bitirdik.



Bencilleştik



Küçük mutluluklarla yetinmeyi bıraktık. Hep daha büyüğünü istedik. İstedikçe açgözlüleştik. Birbirimizden uzaklaştık bizi terkettik. Her şeyimizi kendimize ayarlamak istedik. Kavga ettik.



Taksitlendik



Taksit taksit hayatlar kurduk. Taksit taksit evlendik taksit taksit harcadık taksit taksit ödeyemeyince peşinen hayatlarımızı kararttık.



Kaybettik



Küçüklüğümüzde bize verilen karne hediyesi kitaplar yerine çocuklarımıza karne hediyesi olarak televizyon izleme bilgisayarda oyun oynama saatleri verdik. Verdikçe çocukluğumuzu ve çocuklarımızı kaybettik.



Özlemedik



Gidenin arkasından ağlamak yerine yerini neyle dolduracağımızı düşündük. Gideni özlemek yerine hemen unutmayı tercik ettik.



Kızdık ..........nefret ettik.................üzülmedik..............galiba sonunda bittik.........

CYRANO de Begerac


“FARKINDAYIM... Mühim olan mutlu musun?.. çookk eskiden beri tanıdığım arkadaşım... Ruhunu nasıl etkiledi merak ettim.. Zira bizim gibilerin mutluluk anlayışı farklıda... Defolu ruhların yani... “

Yukarıdaki sözler kendisinin de söylediği gibi çok eskiden bir arkadaşıma ait.

Sahi nasıl bizim mutluluk anlayışımız. Pek çok insanın acıya da ya da mutluluk diye tarif ettiği şeylere alışmış olduğumuzdan bünyemiz acıya ve mutluluğa dayanıklı. Çok kullanılmış ruhlar taşıyoruz. Acı olan tek yan bunu bizim kullanmamış olmamız. Kendimizi kullandırdık çok kereler. İlk seferlerde acıydı hissettiğimiz ama sonraları korkunç oldu sonuçları. Hiçbir şey hissetmemeye başladık. Donuklaştık acıya ve mutluluğa karşı.

Mesele donuklaşmakta zaten. Bizim gibiler birbirini anlar oldu sadece. Diğerleri üstünkörü ilişkiler.

Aynı ortamda eğer 10 kişiysek 2 kişi birbirimizi anlarız. Gözlerimiz birbirine değdiğinde ruhlarımızda değer. Bundandır sonsuza dek gülerken bir ortamda gözlerimiz birbirine değdiğinde sanki eğleniyormuşçasına kahkahalar atarak bakışlarımızı kaçırmamız ama yalnız kaldığımızda bakışlarımızı birbirine sabitleyip anlıyorum söylemene gerek yok dercesine birbirimize kafa sallamamız ya da çok derinse yaramız sigaralarımızı tellendirip sabaha kadar kâh ağlayarak kâh gülerek kâh birbirimizin gözyaşlarını silerek konuşmamız. O yüzden olacak birbirimizi pek görmeyiz zaten. Karşılaşmak istemeyiz. Biliriz birbirimize ihtiyacımız olduğu zamanları. Telefonda karşılıklı bende seni arayacaktım sözleri dökülür ağzımızdan. Belki de ruhlarımızı kullandırmamızın başka bir yolu bu. Eee ne demişler alışmış kudurmuştan beterdir.

Defolu ruhlar. Belki diğerleri buna itiraz eder ama ben eski don lastiklerine benzetiyorum ruhlarımızı.

Bir yerlere çekilmekten belki de çok kullanılmaktan yıpranmış artık. Koptu kopacak sanki. Ama hala kullanıyoruz. Çünkü o gidince çok şey gidecek hayatımızdan. Özgürlüğümüzü ona borçluyuz. Hayallerimiz ve hayal kırıklıklarımızı da. Çok hayal kurarak eskittik ruhumuzun lastiğini biz. Çok hayal kurmak çok hayal kırıklıklarını da beraberinde getirdi. Sadece yatağa yattığımızda kurulan hayallerde değildi bizimki. Biz günümüzün her anında hayallerimizi yerine getirmek için koşarken de hayaller kurduk. Hayallerimiz bizi aştı yaşamımızı aştı. Taşıyamayacağımız yükler getirdi hayatımıza. Ulan kim dedi ki tam gençlik çağında millet geleceğini kurtarmanın peşine düşmüşken sana ne başkalarının geleceğinden önüne baksana diyen olmadı ki desem yalan söylemiş olurum. Diyen oldu hem de çok ama dinleyen kim. İyimi oldu kötümü bilemem. Bunu yaşam hep kötü olmuş gibi gösterse de benim içimde hala bir şeylerin iyi olacağına dair umut var.

Yeni yeni kurtuluyoruz o yüklerden. Daha gerçekçi bakmayı öğreniyoruz hayata karşı. Çünkü hayat bize kendisini dayatıyor. Eskimiş olan ne varsa kurtuluyoruz. Kimimiz bağlarından, kimimiz kocasından kimimiz tüm yaşantısından. Benliğimizin ve çevremizin dayattığı her şeye karşı kurtuluyoruz. Lastiğimizi ne kadar uzatabileceğimizi denemek istiyoruz.

Belki benim birden işten ayrılmamda bunun eseri. Kopmak, uçmak istiyorum. Çok uzaklara gitmek ama nerden başlamak gerekiyordu. Ne kadar uzaklaşabileceğimi görmek istiyorum. O yüzden ilk adımı attım. Bir ortama girdiğimde benim gibi düşünen 2. Kişiyi bulmak istemiyorum. Diğer sekizi gibi normal olmak, diğerleri gibi çoğu şeyi düşünmemek. Çok mu istediğimiz

2. adım 1 sene sonra. O nemi. Şimdilik bana kalsın. Sadece az kaldığını biliyorum.



**************************



Aslında bu yazı yukarıda farkındayım diye başlayan alıntı ile başlamıştı. Ancak alıntıyı yaptığım kişi ile yazı üzerine telefonumda yaptığım görüşme sonrasında bazı eklentiler yapmak ihtiyacı ortaya çıktı. Yazının temeli psikoloji ve sosyal davranışlarla ilgiliydi. Biz insanların genelinin mutlu olduğu şeylerden pek hoşlanmayız. Bize özel bir ben duygusu yoktur. Biz diye konuşmayı severiz. Müthiş bazen bizi bile kızdıracak kadar müthiş bir paylaşım duygusuna sahibiz. Birisi bizden bir şey istemeye görsün yok yazmaz literatürümüzde. O kişinin mutluluğu bizi mutlu eder. Bazen salaklık derecesinde mutlu oluruz bu durumdan. Sanki bizim başarımızdır bu. O kişinin başarısından ya da başarısızlığından sana ne kardeşim diyenler çıkabilir. Hatta bunu çoğu zaman yardımcı olmaya çalıştığımız insanlar söyler. Hele de eleştiriler yok mu; bu yaşınıza geldiniz bir arabanız yok bir eviniz yok, ulan diyesim geliyor paylaşıyoruz diye aldığın paraları ver önce. Her neyse bunun psikolojide bir adı varmış. CYRANO kompleksi. Hani şu bizim Cyrano de Bergerac. Çok çirkin ama Roxan a âşık ve Roxan ın mutluluğu için onu seven Christian ın ağzından Roxana mektuplar yazar hatta Christian Roxana seranat yaparken tüm kelimeleri Cyrano söyler. Sevdiği kadının mutluluğu adına onun başkasına âşık olmasını sağlayacak kadar enayidir.

Bu duyguyu yıkmak için tiky ler de dahil her çevreden arkadaşa sahip olup kafamıza göre yaşıyoruz ama yok kardeşim olmuyor.

Bu nasıl bir paylaşım duygusudur. Kim ekti bunu bizim yüreğimize. .şarkıda dediği gibi artık ben sadece ben olmak istiyorum.
hayat herkese şans getirsin ve kimse şansına arkasını dönüp gitmesin

Mutlu kalın. Kalmazsanız da bana ne demek istiyorum. Diyemiyorum:)

fotograf izzet tokur

1 Ekim 2010 Cuma

hoşcakalın

6,5 yıldır çalışan ama deli gibi çalışan, sabah 7,30 da işe gidip gece yarıları işten çıkan, zevk için bazen sabah kadar kalan ve çevresindeki insanları da bu deliliğin içine bazen iyilikle bazen baskı ile sürükleyen bir insan işsizliğin ilk gününü nasıl geçirir sizce.

Gece yattığımda saat 03.00 sıralarıydı. Sabah ilk gözümü açmam 08.00 gibi oldu. Önce bir yataktan fırlayıp tüh geç kaldım derken sonra kendimi tekrar yatağa atıp hadi yat dedim kendine unuttun mu dün işten ayrıldın sen bugün işsizsin. Saat 09.00 gibi çıktım yataktan.

Uzun zamandır ilk defa tatillerin dışında evde kahvaltı yaptım alışkanlıktan olacak ekmek arası sandviç hazırlayıp çayımı alıp sandalyeden kalkıp bilgisayarın başına geçtim. Bakılacak ne rapor vardı nede mail. Hatta kullandığım bilgisayar ödünç alınmış bir bilgisayardı ki halen alışamadım.

Neyse gene de özel mailler vardı. Biraz facebook, biraz daha facebook ardından kitap okuyayım bari dedim. Biraz kitap okudum. Öğlen oldu acıktım az bir şey atıştırdım. Yurtdışı danışmanlık firmalarını araştırdım. Hatta birisi ile konuşup Salı günü için randevu aldım. Sonra yine facebook. Oha dedim kendime. Bari biraz dışarı çıkayım dedim çıktım çardağın altında oturup bir sigara içtim markete gittim. Marketten dönüşte kahveye uğradım bir çay istedim çayı getiren garson abi erkencisin hiç gelmezdin sen buralara dedi. İşten ayrıldım dedim şaşırdı, Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüm hayrola işten erken mi çıktın dedi onada ayrıldığımı söyledim. Yani akşama kadar gördüğüm insanlara açıklama yapmakla geçti günüm.

Yarın mı bakalım yarın nasıl geçecek. Galiba alışverişe gideceğiz. Pazar günü ise bolu yedi göllerdeyim. Yedi göllerin en güzel zamanı. Sararmış yaprakların fotoğrafını çekeceğim. Kendim gibi sararmış yapraklarını dökmüş ağaçları.

Geçende sevgili Mehmet âli bir yorum yapmıştı “Merhabalar, ayrılığa gebedir. Hoşça kal da buluşmaya bir şafak vakti. Hoşça kal diyelim”ve sevgili Serhanın dediği gibi “hoşça kalacağız... Dökülürken sonbahar avuçlarımıza... Teni değişecek doğanın, beyaza düşecek ayak izlerimiz... Anlımızdan akan teri sohbete katacağız... Ama ne olursa olsun hoşça kalacağız” her hoşcakal bir merhabadır aslında her yaprak dökümü yeni yaprakların habercisi, solan her çiçek yeni çiçeklerin habercisidir. Her fırtına arkasından gelecek güzel günün habercisidir. İnanıyorum her şey çok güzel olacak. Bu kadar kolay ve bu kadar zormuş ayrılık yeni merhabalar için hoşça kalın dostlarım



son olarak ah kayaköylüler ah. içimdeki beni bulmama sebep oldunuz ya.:)

fotograf izzet tokur

25 Eylül 2010 Cumartesi

hayatın ayrıntıları


Yıllar önceydi. Zannedersem 1995 yılı başları.
Bir çocuk ile konuşuyordum. Çocuk dediğime bakmayın. Ben o zaman 21 yaşındayım konuştuğum kişi de bana yakın. İnsan nasıl başarılı olur bu konuda diye sordu. Konunun özeline girmeden Genel düşüncelerimi paylaştım sadece. Bir işi düşünürken 5-6 adım sonrasını planlamalısın dedim. Nerden ne geleceğini bilirsin o zaman. Peki, yolun sonunda uçurumsa o zaman ne yapacağım diye sordu. O zaman dedim arkana bakacaksın. Eğer arkandan gelenler varsa kendini aşağıya atacaksın dedim. Şaşkın bir şekilde neden diye sordu. Bazen başarmak için ölmek gerekir. Ölmeyi öğreneceksin Yeri geldiğinde öldürmeyi de öğrenmek gerekir dedim. Ölünce ne olacak dedi. Eğer ölmeyip tekrar yukarı çıkmayı başarırsan artık gidiş yolunu öğrenmiş olacaksın güçleneceksin ve arkadan gelenler için bir dahaki sefere uğrunda ölünecek lider olacaksın. Ayrıca ölürsen onlar için kahraman olacaksın dedim. Bana sen manyaksın dedi.
Çılgınım, deliyim ama manyakmıyım bilmem( bazen bende kendimden şüphe duymuyor değilim). Ama bildiğim bir şey var.(doğrumu yanlış mı hala karar veremedim ama)Bir işe başladığında sonunda ölümde olsa bitireceksin. Bir işe başladığımda olacak tüm olasılıkları gözden geçirir ve adım adım giderim. Bu yüzden genelde başladığım işlerde başarılı olurum. Ancak eğer bir başarısızlık varsa da yıkılırım. Ben bu olasılıkları niye göremedim diye. Mesela geçenlerde 150 işin arasında bir yanlış yaptım. Nasıl yani oldum. Yıkıldım resmen. Ne oldu diye soranlara ben böyle bir hatayı nasıl yaparım dedim.
İş konusun da ya da hayatın herhangi bir alanında insanın bu kadar planlı olması doğru mu hala bilmiyorum. Çünkü eğer bir proje ile uğraşıyorsan ve başarısız olduğunu görüyorsan sonuçları yıkıcı olabiliyor. İnsanın ruh halinde onarılmaz yaralar açıyor bu. Başını ağrıtıyor. Belki bazen her şeyi oluruna bırakmak gerekiyor. Sonuçta su akıp yatağını buluyor. Ayrıca bu kadar ayrıntıya takılınca yalnızlaşıyor insan. İşte hayatta her yerde. Çünkü başkalarının görmediği ayrıntıları sen olağanüstü bir şeymiş gibi önemsiyorsun. Başkaları için çok anlamlı ve önemli gelen şeyler ise senin için önemsizleşebiliyor. Ele aldığın her konuyu sanki tarihi yeniden inşa ediyormuş gibi dikkatlice elden geçirmeye başlıyorsun. Mesela bir bina yapacaksın sadece binayı tasarlaman yetmiyor. Binada kullanılacak malzemeler, önemli. Çivi, beton, fayans, tahta her şey önemli oluyor. Sonra binayı yapacak insanları seçiyorsun. Eğer yapacağın bir aşk yuvası ise oranın inşaatında çalışan işçi, mühendis, mimar aşkı tanımalı bilmeli, temelinden çatısının son tahtasına kadar aşkını katmalı. Bir çiviyi çakarken bile sevgilisinin tenine değiyormuş, elini tutuyormuş gibi yumuşak olmalı. Eğer yapacağın bir işyeri ise orada insanlar mutlu olmalı. Çünkü günümüzün neredeyse yüzde kırkı işyerimizde geçiyor. Resmi odalarda değil ruhu olan odalarda çalışmalı insanlar. Kendi ruhlarını verebilmeli. Bunun içinse rahat etmeliler diye düşünüyorsun. Sen bunları düşünüyorsun düşünmesine ama gel gör ki orada çalışanlar rahat etmek istiyorlar mı bunu düşünmüyorsun. Çok önemli bir ayrıntı. O zaman orada çalışanları inandıracaksın buna. Bu şekilde devam edip gidiyor hayat. Düşünüyorum kimi zaman kurtulmayı düşünmeyeni kurtarmaya çalışmak nasıl bir aptallıktır. Nasıl bir aptallık sadece kendi yaşamın dışında başkalarının yaşamını da düşünmek
Bu saatten sonra kahraman olmaya niyetim yok aslında. Hele yediğim kazıklardan sonra. Ancak düşünüyorum da özgürlüğü bilmeyen ruh özgürlüğü isteyemez. Özgürlüğün ne olduğunu öğretmek gerekir. Aşkı bilmeyen âşık olamaz. Aşkı tanıtmak gerekir. Uğruna ölünecek her ne varsa, vatan dedikleri, insan dedikleri, Dost dedikleri uğruna ölmeyi bilmeyenlere bunu öğretmek gerek Bunun içinse fedakâr olmayı bilmek gerek.
Düşünmek dedikleri şey, belki de zararlı olan bu.

özlem...

1 Nisan günü gidişinin üzerinden 12 yıl geçmiş olacak.
Bir nisan günü gitti. Kurban bayramından bir gün önceydi. Oysaki daha bir kaç saat önce konuşmuştuk. Sonra gecenin bir yarısı telefon çaldı. Gecenin bir yarısı kaza geçirdi hastanede dediler. Annemler hemen hastaneye koştu. Biz evde kaldık. Dayanamadık karakolu arayıp kazanın nasıl olduğunu sorduk. Kimsiniz dediler. Söyledik. Haa şu durumu ağır olan kız mı dediler. Sonra hastaneye gittiğimizi hatırlıyorum. Hastanede ameliyatta dediler. Tesadüfen doktor bir arkadaşımı gördüm. Onun ameliyatta olmadığını beyin ölümü yaşandığını belki organ bağışı yapılır diye yoğun bakıma aldıklarını söyledi. Yoğun bakıma aldı beni. Nerde dedim. Gösterdi. Tanıyamadım. En acısı da bunu saatlerce tek başına taşımak ve insanları teselli etmeye çalışmaktı. Sonra çapaya gittik. Son testler için kontrole götürülürken cihaza bağlı değildi. Bir umutla belki de yaşıyor dedik ölmüş olduğunu bile bile...
Hala çapadan eve gidene kadar olan saatler kayıp hayatımda. Hala o zaman dilimini hatırlamıyorum. Sadece insanları teselli ettikten sonra o küçük odamda 3 gece önce onun sırtını dayadığı duvara sırtımı dayayıp 2 günlük acımı bağıra bağıra atmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Yaşasaydı şimdi 30 yaşında olacaktı
küçücük odamda karşılıklı sigara içerken bana sıkıntılarını kızgınlıklarını hayallerini anlatırdı. Araba alacaktı. Hatlı cep telefonu da. Bir gün sevdiği birisi ile evlenecekti.
O bana abi derdi.
Teyzemin kızıydı.
Hiç olmayan küçük kız kardeşimdi.
Adı duygu idi.

Dostluklar üzerine..


Dostluk nedir nasıl bir şeydir. Neden çocukluk arkadaşlarımız vardır da çocukluk dostlarımız yoktur.
İnsanın bir sürü arkadaşı vardır konuştuğu selamlaştığı içtiği Ya da ayaküstü ne haber nasılsın ne yapıyorsun dediği. Ancak kaç dostu vardır. Kaç kişi ile konuşurken gözleri ışıldar, kaç kişi ile içerken ağlar. Ya da şu anda nerdedir ne yapıyor diye kaç kişiyi düşünür. Kaç kişinin omzuna yaslayıp başını hayallerini anlatır. O hayallerde kaç kişiye yer verir. Mesela birini kaybettiğinde kime sarılır. Yolunu kaybettiğinde yolu bulmasını sağlayan kandili kim tutar, kim bir mum yakar karanlığına
Benim bir dostum var mesela. En büyük hayali sarı germe diye bir yere yerleşmek. Var gücü ile çalışıyor orada 3-4 dönüm yer almak için. Bunu anlatırken merak etmeyin oraya kuracağım evin projesini beraber çizeceğiz diyor. Herkes kendi odasını kendisi tasarlayacakmış. Birde ortak yaşam alanı kuracakmışız.
Garip bir şey dostluk dediğimiz şey. Nasıl oluştuğu bilinmez. Öyle fazla dostu da olmaz insanın hayatta. Bir elin parmaklarını geçmez çoğu zaman.
Çok insanla konuşuruz çok insana çok şey anlatırız ama karşıdaki dinler mi dinlemez mi bilinmez. Dinlese de anlar mı anlamaz mı oda bilinmez. Dostluk dedikleri şeyi yaratanda budur belki anlayacağını bilmek. Unutmamaktır. Hatırlamaktır. Hala hayallerin varsa dostum diye adını koyduğun kişiye o hayallerinde yer verebilmektir. Hayallerin yoksa kalmamışsa elinde hiçbir şey, Ya da sen kalmadığını sanıyorsan; sana hayaller yaratabilecek sana en zor zamanında elini uzatabilecek kişidir O. Paylaşmaktır. Paylaşarak çoğalır çünkü insan. Mesela ilk gençlik zamanlarında ilk aşkını anlatabilmektir herkesten gizlerken. Çünkü onunda seninle senin heyecanını yaşarak sırrı taşıyacağını bilirsin. Ya da sevgilinle eşinle kavga ettiğinde ilk ona anlatırsın bunu. Çözümü beraber bulmak istersin. Kimi insanlar görüyorum bir kadın Ya da bir erkek uğruna nice dostlukları yerle bir ediyor. Sonra o kadın Ya da erkekle bir sorun yaşadıklarında bunu anlatacak bir kişi yok, bir sevinç yaşadıklarında bunu çoğaltacak kimse yok. O yüzden dostlarının değerini bilmeli insan. Mesela yaşantımızın her döneminde hepimizin başına gelmiştir. Başınız dertte ise o taşır sizinle beraber derdinizi. Ya da çok sevindiniz mutlaka ilk o duysun istersiniz. Konuşmazsanız görüşmezseniz içinizde bir eksiklik olur. Yüreğinizde bir sırdır sanki dostlarınız. Kimi zaman kimseye anlatamadığından taşınması zor gibi gelir ama onunda yüreğinde seni taşıdığını bilmek bütün yükü alır götürür omuzlarından.

Dostluklar ağırlaştırılmış müebbet hapis gibidir. Bir kere girdin mi çıkamazsın. Ne yaptıysan da bir daha yolundan dönemeyeceğini bile yaparsın. Bu yüzden karşındaki insanı taşımayı bilmek gerekir. Dost olmak dostluğun değerini bilmek her babayiğidin harcı değildir. Geçmişe baktığın zaman kaybettiklerini görmek zordur ancak eğer kaybettiğin bir dostunsa daha da zordur. Yüreğinde sır olur O zaman herkesten saklarsın. Eğer kaybetmenin sebebi sen değilsen ya da o değilse arayacak güce sahip olmak gerekir. Bulduğunda sevinebilmek için.
Ben bugünlerde çok sevinçliyim ondan bu yazdıklarım.

Bir de kısa şiir

Biz dost dedik mi?
Bağrımızdan kopar gelir kardeşlik
Doladık mı kollarımızı dünyayı kucaklarız
İyiyi güzeli birde gülü koklamayı severiz
Sevdik mi de serden geçeriz

ben sadece


Birazcık çılgınım ama birazcık. Gerçi çevremdekiler bayağı çılgın olduğumu düşünüyor ya neyse.
Bir insan sürekli normal olabilir mi. Çevremizde başdöndürücü bir değişim ve dönüşüm var. Çoğu zaman satır aralarından bakıyoruz hayata. Yakalayabildiğimizi cebimize koyup bir yandan işimize devam etmeye çalışırken diğer yandan hayallerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Başka başka hayallerde koyuyoruz üst üste. Yani mutluluğu uzaklaştırıyoruz kendimizden. O yüzden bir şey düşünüldü mü hemen yapılmalı hemen söylenmeli diyorum ben. Noel babanın torbası değil çünkü hayatımız. Bugünden yarına ertelediğimiz her şey mutluluk çıtasını biraz daha uzatıyor sanki. Ayrıca hayatımızda Noel babalarda yok en azından benim yok. İhtiyaçta duymadım. Hep kendi ayaklarımın üzerinde durmaya çalıştım. Hatasıyla sevabıyla hayatım benim oldu en azından. Kimseyi karıştırmam kendime evimde işimde. Kimseye bağlı değilim çünkü. Ama bazı şeyler istemediğim sonuçlarda doğurmuyor değil.
Biraz çılgınım dedim ya zincirleri hep kırmak istediğimdendir belki de. Çocukken de böyleydim ben. Mesela bir gün yüksek bir dere kenarında dereye doğru bakıyoruz sordum buradan düşene bir şey olur mu diye. Bilmem deyince karşımdakiler deneyelim deyip bıraktım kendimi aşağıya paldır küldür indim dere boyunca 2 dikişten başka zararı yokmuş öğrenmiş olduk.
Dedim ya hayatta hiçbir şeyi ertelememek gerektiğine inandığımdan dere boyunca paldır küldür inişim gibi paldır küldür davrandım ve konuştum hep. Otorite falan takmadım. Okulda, hayatta, şimdi de iş yaşantımda. Mehteran takımı gibi kariyerim. 2 adım ileri bir adım geri. Şirketteki bütün müdürlerle kavgalıyım. Ama istediğim her şeyi de kabul ederler. Gerçi bunu çamura bulaşmamak isteğine bağlıyorlar( bir sebebi de işimi iyi yapıyor olmam olsa gerek )
Ya neyse.
Dilimden çektiğim kadar hiçbir şeyden çekmiyorum. Bugün saçmalamayacağım, lafları düzgün tartarak konuşacağım diyorum. Daha başaramadım. Her türlü otoriteye karşı gelmeye gücüm var ama kendimi dizginlemeye yok. Yani patavatsız herifin tekiyim. Birde kötü yanım yanlış anlaşılma korkumun olmaması. Genelde de yanlış anlaşılıyor sözlerim. Hele de kızdığım zaman ne söylediğimi bilmiyorum. Biliyorum da hafif bir ifade güçlüğüm var. Söylemek isteğimin tam tersi sonuçlar çıkabiliyor bazen.
Karşımdakiler rahatsız bu durumdan biliyorum. Hatta bayağı kızgınlar bana. Evdekiler alıştı. Kimse karışmıyor. Dostlarım alıştı. Dilimin belası derler ya öyle bir hal.
Ben biraz çılgınım ama birazcık. Biraz da deliyim galiba.:)) Gerçi etrafta ne kadar akıllı var tartışılır ama.
Mutlu kalın

BAHAR


Bahar geldi
Şairin dediği gibi her bahar gitmek ister insan… Ben bu bahar gitmeyi istemek istemiyorum
Burada şehrimde dostlarımla insanlarımla mutlu olmak istiyorum. Bu nüfusu belli olmayan şehrin tüm trafiğine kaosuna rağmen
Bahar insanın içinde olmalı. Tatile gideriz ama o da sıkar bir süre sonra tatil içimizde değil çünkü mutluluk içimizde değil. Kandırıyoruz kendimizi çoğu zaman. Oyun oynuyoruz kendimizle. Aynaya bakarken yalan söylüyoruz. Çoğu yalan kırılmış bir vazoyu eskisi gibi birleştirme çabasıdır. Bir daha eskisi gibi olmayacağını bile bile . Her insanın ruhunun bir kenarında, mektuplardaki işaretler gibi yanmış köşeler mevcut. Bu izler tekrar aynı hataya düşmemek için mi yoksa sürekli acı çekmek için mi bırakılmış belli değil. Her insan hata yapar. Hatanın olduğu yerde çaba vardır, emek vardır. Güzel olan; emek göstermek ve hataları unutmayı bilebilmektir. Gitmeyi bilmeli insan ama dönmeyi de bilmeli. Hata yapan özür dilemeyi bilmeli, özür dilenen affetmeyi bilmeli. Hep söylerim hatayı kabul etmek erdemdir hatasını kabul edenin üzerine giden eşektir.
Bunların hepsi insana özgü; özlemek gibi, sevmek gibi, yaşamak gibi.
Bende böyle düşünmezdim aslında. Bu bahar bir farklı geldi bana. Her bahar bir sıkıntı basardı. Gitmek isterdim şimdi kalmak istediğim gibi. Her bahar kaçmak isterdim ıssız bir koya, şimdi kalmak istiyorum. Bu bahar daha umut dolu sanki. Güle güle nisan diyeceğimiz şu günlerde hoş geldin bahar, mayıs daha güzelleştirsin seni. Hoş geldin sefa geldin. Yağmur gibi yağ sokaklara mutluluğum

Ruhumun en derinlerinde
Bir adam yatar
Üzgündür kimi zaman
Sürüsünden ayrı düşmüş kuşlar gibi
Yalnız ve garip
Sevinç dolu olur bazen
Bazen ağlamak ister sebepsiz
Romantiktir
Eski çağların yiğit şövalyelerinin yüreğini taşır
Korumak ister
Korktuğu her şeyden insanlarını
Severse bırakmaz
Bırakmayı bildiği zamanlar dışında.
Ruhumun derinliklerinde
Bir adam yatar
Bir mum yakar karanlığıma
Ruhumun derinliklerinde
Bir adam
Bir insan

17 Ağustos 2010 Salı

aşk üzerine bir deneme


Sanki bu yazıyı yazarken bitecek sana olan tüm kızgınlığım değil mi ki başlamıştı bir yaz akşamında yine bitiverecekmiş gibi geliyor bir yaz akşamında. Unutmaya başlamak için yazıldı bu yazı. Hayal kırıklarını umutsuzlukları terk edilmişlikleri unutmak için. Yeni bir yerde yeni bir yaşama başlamak için yazıldı. Sana olan arayışımı artık durdurmak için yazıldı. Seni geride bırakmak için
Seni düşünmeyeli tam 4 gün oldu. 4 koca gün. 4 koca akşam 4 koca gece… Her şey koca ile başlayan ama çabucak geçiveren günler
Nerde başladı bu kara sevda. Düşünüyorum şimdi nerde başladı. Bitmişken ve artık bir daha dirilmeyeceğini, Bir gün karşılaşırsak eğer kelimelerle dile gelmeyeceğini bile bile.
Sana hasretim uzun zamanlar öncesinden gibi yaktı beni. Aşkı yaşadığım sende kendimi unuttum önce, sonra seni unuttum. sen ve ben bir mum alevinde söndük. Yalnız aşktı hissettiğim. İliklerime kadar aşk.
Utangaç bir çocuğun gözlerindeki soran bakışlar gibi baktım sana önce. Sonra bir gencin içini kaynatan sende kayboldum. Yaşlandığımda seni istediğimi haykırmak istedim dünyaya.
Yalnızlık uzun zamanlar öncesinden yoldaşımdı. Senin yalnızlığın ve güvensizliğin bana beni hatırlattı. Umutsuzlukların ve terk edilmelerin hasarladığı bir ömrü yaşıyorduk ayrı zamanlarda. Ayrı mekânlarda Yelkenlerini parçalanmış onu hareket ettiren rüzgârlara muhtaç. Hareket etmeye gücü olmayan takati kalmamış açık denizlerde parçalanacağını bile bile açık denizlerin hasreti yaşayan gemiler gibiydim. Sen ulaşacağım açık denizlerde demir atacağım beni koruyacak ilk liman. Aynı dağ gölünün güneşe hasreti gibi. Değil mi ki oda kuruyacağını bile bile güneşi ister. O güneş değil mi onun denizine ulaşmasını sağlayan o hasret ki kendini bitireceğini bile bile bitmek bilmez bir tutku ile inadına seven
Beni öyle sevdim seni. Olmazsa beni bitireceğini, Olmazsa hayatımı götüreceğimi sanarak. Önce limanımdan hareket ederken yara aldım. Sonra açık denizlerde parçalandım. Kanadı kırık kuş misali, kaptanını kaybetmiş gemi misali rüzgârın önünde sürüklenerek posedion un dalgalarını beni batıracağını bilerek, tek isteğim güvenli limanıma sana ulaşacağımı bilmekti. Sana ulaştığımda ilk vazgeçeceğin bendim anladım. Bir yandan yüreğime sardığım aşk bir yandan yürümeyeceğini bildiğim bir sevda. İkilemlerin ortasında güneşi olmayan günler yaşadım. Fırtınalı aşklar. Beni bir o yana bir bu yana savuran neyin intikamı olduğunu bilmediğim bir hınçla yapılan saldırılar. Sonunda beni limanından artık boğuşmaktan vazgeçtiğim okyanuslara atan içten gelen dalga.
Ben seni o dalgada kaybettim ve kendimi buldum.
Yıllar önceki beni. Asi çocuk günü dize getiren karanlıklar içinde yolunu hep bulan. Yalnızlığın içinde sağanak umutsuzluklara direnen. Korkmayan, kimseye verilecek hesabı olmayan Teşekkürler.

Fotograf:Serhan PİRPİR

Koçira..Bulutlar ülkesi

Bu sene bir gezenti oldum canım. Yay burcunun tüm özelliklerini sergilemek için elimden geleni yapıyorum. Eh sadece gezmek değil tüm patavatsızlıkları yapmaya başladım. Ruhumdaki o isyankâr çocuğu içimde tutmamak için tüm çabayı sarf ediyorum. Ruhum gezenti dedim ver elini Rize dedim atladım uçağa Trabzon oradan Rize ardından Kito.
Kito Bulutlar üzerinde gezen bir cennet sanki. Efsaneler adası Avalonu hatırlattı bana. Hani şu sisler arasındaki gizemli ada. Eski Kelt rahibelerinin yuvası.

Her ne kadar kelt rahibelerinden olmasak ta biraz pagan olduğumuz kesin. Öyle fazla inanışımız yoktur. Gülmekten korkanlardan değiliz.
Neyse lafı dağıtmayalım Rizeden çıktıktan sonra nefesimin kesildiği fırtına vadisine ulaştık. Başımı döndüren, ooo nidaları içinde bir yolculuktan sonra Kitoya ulaştık. Kito da durağımız Koçira
Koçira sımsıcak, el değmemiş doğanın içinde el değmemiş insanların yaşadığı gizli bir cennet sanki.
Gidiş günümde Koçira da kalmakta olan Murat ve Aysin, yasemin abla, Atakan, kızı Sara, anne babası ve eşi, O gün bize katılan koçira müdavimi Korkut abi Emel abla, Ruhan, Değer, ,Neşe, Haluk abi, Koçira ailesinin üyeleri beni davet eden Mehmet Ali ve Oğlu Özgür, Serhan abisi, Tugay, İbrahim abi ile kısa sürecek ama unutamayacağım bir serüven başladı bulutlar ülkesinde.
Bu arada Badara yaylasının ev sahibi koğuş yaşarı unutmamak lazım. Ah be yaşar ağabey şimdi seninle karşılıklı içmek vardı.
Her neyse bu tatil de galiba ben yürüyerek ölecem bu sene dedirten cinstendi. Ama olsun yinede güzeldi.
3 gün yürüdük( gerçi ben sadece bir gün yürüdüm ama) güldük, eğlendik, hayatımda ilk defa kayan yıldızları seyrettim. Her kayan yıldızda sema için af diledik(İbrahim abinin dediği gibi bizim dilek ancak Venüs kayarsa gerçekleşir ama. ). Samanyolu galaksisini ellerimle tutacağımı sandım. Yıldızlar altında yatmak istedik. Üşüdük, Yataktan her kalkışta kafamızı vurduk. Güneşten yandık. Mıhlama ve kuymak yedik. Tulum, saz eşliğinde atışmaları izledik. Şarap içtik, rakı içtik, mutfağa girip kendi cacığımızı yaptık. İlk defa iki gün önce tanıştığımız insanlarla sarılarak ayrıldık. Yayladan ayrılıp havalimanında uçağa binmeden yaylayı arayıp biz gidiyoruz demek istedik ama telefon çekmedi. Bir gün sonra nasılsınız biz sağ salim indik deme ihtiyacı duyduk. Bu arada çayı şekersiz içmeye başladık( Mehmet âli bugünde çayları şekersiz içtim) . Ormanda ayı bağırışı duyduk. Lipaka yedik. Böğürtlenlerin tadına doyamadık. Bu sene otuz kilo veremezsek Serhan abisi tarafından zayıflatılma sözü aldık. İstanbul da bir koçira gecesinde buluşma sözü aldık. Herkesin hikâyesini gönül gözümüzle dinledik. Kendi hikâyemizi sanki 40 yıllık dostumuza anlatıyormuş gibi Serhan abisine anlatmaktan çekinmedik. Sırlarımızın güvende olduğunu bildik. Orda tanıştığımız tüm insanları kendimiz gibi gördük. Yüreğimizin derinlerinde yatan aradığımız ama bulamadığımız insanlar gibi gördük. Çok ama çok sevdik.
Yukarı göllere çıkamadık, Fırtına deresine inemedik, Gülcayı, Evrimi ve Sisiyi göremedik, fırtına pansiyona uğrayamadık, orman içinde yürüyüş yapamadık. Köprülerde fotoğraf çektiremedik. Pokut, palovit, çat yaylasına gidemedik. Balık yiyemedik. Lakin bir dahaki sene en az 10 gün kalmak belki arada kaçmak için Rize de Kito da bir evimiz olduğunu gördük.
Kısa kaçamak bitti. El değmemiş doğanın el değmemiş insanlarını kafamızda yüreğimizde götürerek ayrıldık koçiradan
Bu gece aşağa gideceğim aşağa
Yarum beni çağurur yarim beni çağurur
Senin arkadaşlarun senin arkadaşlarun
Ormanlarda bağurur,ormanlarda bağurur

fotograf:İzzet Tokur

6 Temmuz 2010 Salı

tatil ve kayaköy


Boşa mı yükledim bu kadar filmi, diziyi kitabı vs şeyi ben bilgisayarıma. Öyle ya her tatile gidişte olası can sıkıntılarını ve hiç dolmayan boş zamanları bir şekilde kapatmak için bilgisayar her daim film izlemeye açık hale getirilir.
Tatile çıkışımda hazırlanışım da birden olmuştu. Tamam, çıkabilirsin demelerinin üzerinden yarım saat geçmeden ben Karadeniz yağmurlu olabileceğinden Karadeniz den vazgeçmiş ve daha önceki senelerde 1-2 kez gitmeye niyetlendiğim Kaya köy sanat kampına çevirmiştim rotayı. Önce Nihal arandı. Rezervasyon için tekrar aranacağı söylendi. Ancak web sitesinde sorun olduğundan ulaşılamadı ulaşıldığında yer var mı bakmamız lazım biz size dönelim cevabı alındı. Sinir olundu umutsuzluğa kapılındı ve hatta dokuz doğruldu. Sonra gelebilirsiniz dediklerinde Kaya köye doğru yola çıkıldı.
Ve işte Kaya köy ,köy kahvesinin önüne gelindiğinde kamp arandı, bilmem kaçıncı yıldan kalma kırmızı bir reno steyşın ile uzun saçlı ( saçlarım olmadığı için tek söylemim yoksa uzun saçlılara karşı olduğumdan değil) güler yüzlü genç bir adam çıkageldi. Elini uzatıp Hoş geldiniz ben Özgür diyerek.
Kampa ilk girişte ve eşyaları yerleştirdikten sonra bir çardakta oturan uzun sakallı bilge görünüşlü ( hadi Mustafa hocam iyisin) bir adamın karşısına oturulup eeee burada zaman nasıl geçer sorusu sorulduktan ve etrafa bakılıp ulan gene film seyredeceğiz galiba geçmez ki denilikten sonra tanışmaya geçildi. Bu arada Müminin gözüne kıymık battı.
Bu arada olanlar; köy fırınının önünde ekmek yapılıyor. Biraz sohbet ardından yemek ve tanışma toplantısı. Yoksa önce tanışma sonra toplantımı hatırlamıyorum.
Özgür ve Nihalin (galiba mutlu da vardı.)kampa gelenlere programı anlatıp Danel İngilizceye çevirdikten sonra Sayın Kore vatandaşlarının İngilizce olarak kendini tanıtan ilk kişiyi ooooooo diyerek alkışlamalarından sonra Ki bu şaşırma nidaları kamp boyunca sürdüğünden eşliğinde alkış iyi geldi denilebilir.
Kampta etkinlik ve yemek zamanlarında çanın çalınıp ardında Haaaydiiiii diyerek insanların çağrılacağı özgür tarafından anlatıldı ve bu ses sessizlik arayan beni ilk gün ama sadece ilk gün çileden çıkartmaya yetti.
İlk gün uzaktan birbirine bakan tipler akşam Kaya köy yürüyüşü ki , ulan yürüyerek ölecem galiba ben burada düşüncesinin bende ilk hâsıl olduğu gündür. Ardından yoga ..Danel yapamazsanız kızmayın kendinize dedi ama ben kafamı duvara vurmak üzereydim. Bir hadi denge duruşu derken ağaçları pek hesaba katmamıştı anlaşılan. Akşam yemeğinde diğer insanlarla biraz daha yakınlaşma çabaları


Ve sabah Yoga ardından kahvaltı ardından atölye çalışmaları derken bir hafta sürecek maraton başladı. Ancak o soğuksu yolunu unutamam. Ölecem sanmıştım hafiften. Ancak daha bu neymiş ki. Hadi Saint nicholas adası tatlı bir yokuştu. Yokuşun tatlısı olur mu demeyin kaya köy –ölüdeniz arasını görmeyenler için olabilir ancak o yokuşta yok hocam siz gidin bu ne yaa ölecem diyen bendim ki ayaklarımın şişleri hala geçmedi. ( Danel ve Onur olmasaydı ben o yokuşu çıkmazdım ya. Bu iki arkadaşa keyifli bir yürüyüş borçluyum. Bir de üstüne Fethiye de gece yapılan yürüyüş tuz biber ekti. Ancak ben o koşuşturmacanın içinde ayaklarımın şiştiğini ancak Fethiye otogarda dönüş için otobüs beklerken fark edebildim.

Ama gecelere diyecek yoktu. Bu lafımdan sonra kimse gündüze laf söylemesin kopartırım o dili valla.
Hele rakı balık gecesinde rakı içen arkadaşları nasıl yoldan çıkartmıştım. Hepsi bir göbek atmaya bakarmış. Asena kimmiş be diyecek kadar içmiştim eh ortamda güzel Can abı, Mustafa hoca, Selçuk abı, Cihan, Nihal, onur, özgür, Nesli, Nevin abla ( ki kendileri iyi fal bakar) Gökhan. Yan masada Koreliler, karşı masada Sinem, Duygu, Esra, Emre, Mümin, Merve, Arzu, galiba Bahadırda onların masada idi. Çaprazımızda Ankaralı kuzenler ki onları oynatana kadar oynayacaklarına kendim bile inanmıştım ki önyargıların ne kadar kötü bir şey olduğunu biraz muhabbet edince anladım. Ardından Julia ile dans, Serpilin kıvrak dansı vs vs. seyran hemşire ve arkadaşları da bizi gülümseyerek izlediler. Bu arada çocukları da unutmamak lazım, Deniz, Emre, Mert, Su, Berfin.
Bir sonraki günkü tekila partisi de hoştu güzeldi lakin o gece kamptakilerin bırak şu işi dediği işlerim yüzünden ön ayak olduğum tekila gecesini 4 bardak tekila ile kapatmak zorunda kaldım.
Güzel olanlar odaların kapılarının açık olması, insanların dizüstü, cüzdan ve bilumum eşyalarının çok büyük bir güven duygusu ile açıkta olması yıllardır aradığım ve beni yıllar öncesine götüren kendin gibi insanlarla birlikte olup kendini güvende hissetme duygusunun dorukta hissedilmesi, barın işleyiş sistemi ( açıklama dolabı açıyorsun istediğini alıyorsun isminin karşısına bir tık çiziyorsun.) Her masada her yerde oturabilirsin sohbet edebilirsin. Kavga hiç edilmedi. Kampın sürekli yaşayanları ile sanki yıllardır arkadaşmışız gibi sohbet edildi. Hatta Nurdane abla siz geldiğinizde aman bunlar bir hafta burada ne yapacaklar hepsi birbirinden ayrı insan lafı boşa çıkartıldı ve bu grubun en iyi gruplardan olduğu Nurdane abla tarafından söylendi. 2. Not ayrılırken Nurdane ablaya sen abla gibi görünüyorsun niye sana kampın annesi diyorlar denildiğinde ben 50 yaşındayım öp bakayim elimi denilerek saygı içinde dumura uğranıldı. Selma ve Semra ablalar da burada hatırlanacak. Tolga ve Hüseyin abiye teşekkür edilecek. Holly ve bugünlerde kaya köye yerleşip kazma ile bahçe kazan sahibi Murat bir gülümseme ile anılacak. Bir gece yapılan Danel, Mutlu, Özgür, Onur, Gökhan ile birlikte yapılan özgürlüklerle ilgili sohbet üzerinde belki yazı yazılacak. Son gecemizde bir grubumuz barda eğlenirken diğer grubun çardakta yaptığı sohbet ve ayrılırken kaynaşma zamanı hiç unutulmayacak.


Şimdi gelelim yapılamayanlara
Arka bahçe gezilemedi. Ön bahçe içinde hiç hamağa yatılamadı. Saklı kente gidilemedi. Paraşütle atlanamadı, çardaklarda cibinlik içinde yatılamadı, Darboğaza gidilemedi, kaya köy içinde yalnız dolaşılamadı, Muradın kiraladığı ev görülemedi, badem dışındaki diğer köpeğin ismi ezberlenemedi, yüzme bilinmediğinden yüzülemedi. Yoganın detaylarının bazıları öğrenilemedi. Mustafa Hoca ile Estetik ve sanat üzerine konuşulamadı.
Bunlar bir-iki defa daha gitmek için yeterli sebepler değil mi? Siz ne dersiniz.

28 Haziran 2010 Pazartesi

sanat kampı2

Sanat kampı izlenimleri,
bugün yoga için geç kalkıldı yarın erken kalkılacak. (gerçi bugün ki yürüyüşten sonra çok zor)
Bir daha soğuksu koyuna gidilmeyecek. Plajı taş. Adı üstünde suyu soğuk. Birde bir dönüş yolu varki . Öldüm ulan 3 km tırmanılırmı?1 ay kalayım 20 kilo veririm.,
tatilde iken bir daha şirket maili açılmayacak. araç denetimdeki laleler adamın sinirini tatilde bile bozuyor. Açılırsa bir koşu istanbula gidilip birileri dövülüp geri dönülecek.
yarın saint nicohlas adasına gidilip güneşin batışı izlenecek.
yarın bademe 250 gram sosis alınacak . İt gözümün içine bakıp duruyor. İt salatalık yermi . yiyor işte.
Fotografçılık kursu birazda emre sayesinde makinayı çözdüm. yarın daha güzel fotograflar çekilecek Bu yazı fotografsız eklenip yarın çekilen fotograflar konulacak.
Her tarafımı sivriler yedi. yarın yenilmeyen yerler için sinek kovucu alınacak.

getirilen kitapların okunmasına yarın devam edilecek.Gerçi daha başlanmadı ama.:))

27 Haziran 2010 Pazar

İzzet Tatilde


Ne demek şimdi bu demeyin. 6 yıldır ilk defa yıllık izin kullanıyorum. hemde tatil yaparak. Gerçi gene acele oldu ama oldu. Şu an kayaköy sanat kampından yazıyorum merak edenler için www.sanatkampi.com
Bugün ne yaptık. Tanışma ardından kayaköy hakkında belgesel ardından kayaköy içinde yürüyüş. tam 2 saat yokuş yukarı yürümüşüz. ardından yoga yaptı. ben hergün yoga yaparsam kesin zayıflarım. her tarafım ağrıyor.
Akşamda yemekten sonra bir sohbet kim sanat ederini ne amaçla kullanır. nasıl kullanılmalı.

Yok canım gelirken alelacele yola çıktık . nasıl bir yere gidiyorum sıkılacakmıyım diyordum. Bu tatil iyi geçecek gibi görünüyor.

Bir sürü yeni insanla tanıştım. onlar hakkında yarın bir şeyler yazarım artık

11 Haziran 2010 Cuma

YILDIZ TOPLAYICILARI


Uzak yollardan geldik. Uzun zamanlardan
Güneşi yenmiş edası ile dolaşan
Yüreksiz bir akşamın çığlığıydı sokaklarda yankılanan.
Korku şehrinin korkusuz şövalyeleri
Lanetli bir gecenin ölü yıldız toplayan çocukları…
Birisi mavi mavi bakardı, biri lacivert birisi daima ıslak bakar utangaç gülerdi. Biri kapkara gözleri bembeyaz dişleri ile yürekliydi. Yürekliliği birazda dillere destandı. Birde ela gözlü bir kadın vardı. Diğerleri gibi hep yanımdaydı. Ablamdı. Dediklerine göre benimse güneşte yosun yeşiliydi gözlerim. Hep gülerdim. Bazen de sebepsiz ağlardım. Kızgın çocuksu kahraman olmaya çalışan bir civan.
Geceler uzun yıldızlar çoktu.
Tükenmek bilmez bir tarlada hasat zamanıydı
Payımıza düşen ölmüş yıldızlardı çoğu zaman.
Ölen bizdik kifayetsiz şafaklarda
Ve düşen yıldızlardık kayarcasına
Bir aralık akşamıydı hatırımda kalan. Bir aralık akşamı ayrılırken bilemezdik son olduğunu. Bir İstanbul akşamında kuralsız cümleler gibi kurulmuş sokaklarda kaybettik birbirimizi. Lacivert gözlü olan mı hızlıydı ben mi yavaştım anlamadım. Güneş yine ölüyordu ve geceye dönen akşam korku salmaya başlıyordu usulca
Ve gözlerimiz toplayacak yıldız ararken
Bir yıldız hızlıca kaydı
Bu sefer farklıydı
Lacivert gözlü kadından bir daha haber alınamadı
En son gördüklerinde üzerinde kırmızı bir elbise varmış
Yağmurdan mı bilinmez ıslakmış.
Lacivert, kırmızı ve siyah ne yakışırdı teninin rengine. Ah ben ki çok düşündüm nereye düştüğünü neden ve nasıl gittiğini. Bir ismi kaldı aklımda birde dünyaya meydan okuyan edası. Bir de içtiğimiz şarapların tadı. Kekremsi bir tattı. Vişne çürüğümü desem kokmuş üzüm kokusu mu?
Daima ıslak bakıp gülümseyen gitti sonra
Çekirge gibi bir adamdı.
Kendine olan tüm güveniyle
Gecenin içinde kaybolacak kadar hızlı sıçradı.
Bir iki ve üç
Sonra hayatın kapanına yakalandı ve oradan çıkamadı
Bir gün kırmızı sakallı adamı gördük dediler. Bir gün… Sonrası olmadı ki hiç. Düşünüyorum, hala ıslak ıslak bakıp gülümsüyor mu hayata.
Mavi mavi bakan gitti sonra.
Birisini sevmişti
O gel demişti bu nedenle gidecekti.
Ayrıldığımız yer taksim parkı
Benim için ayrılıkların ve buluşmaların mekânı.
O gel demeseydi belki yıldız toplamak uğruna gecenin karanlığında kaybolup gidecekti. Gece yanığı teni sokaklara yenilecekti. Yıllar sonra karşılaştığımda Onu götüren de gitmişti ve yıllar onun gülen gözlerinden çok şey götürmüştü. Konuşmadık bile. Sadece uzaktan bakıp geçtim yıldız gözlerine
Siyah saçlı kız
Sonra Oda gitti
Onunda gidişi bir aralık akşamıydı.
İmi timi belirsiz oldu yıllar boyunca.
Sonra bir gazete haberinde rastladım bembeyaz gülüşüne
Unutmamıştım
Ama yinede şaşırdım
Yıllar boyunca o gece de kaybolan yıldızlardan sanmıştım onu da. Önce kuralsız sokaklarda gözlerimle hep onu aradım. Sonra haber saldım uzak diyarlara. Hep düşünmüştüm, yalnız gecelerde korkuların kucağında mı yaşıyor hala diye. Neyse ki mutluymuş Neyse ki kaybolmamış. Neyse ki düşmemiş kayan diğer yıldızlar gibi gecenin koynunda.
Ve ela gözlü olan
Bir başımıza kalmadık hiç
Diğerleri gibi değildik
Şans yanımızdaydı daima
Belki de birbirimizin şansıydık.
Tanıklık ettiği gibi yaşlanmama
Bende tanıklık ettim onun yaşlanmasına.
Şairin dediği gibi
“Yüreğimde kanayanımdı ablamdı.”
Yoksul zamanlarımızın iki sırdaşı çoğu zaman gecelerin yıldız toplayıcılarının birbirinden ayrılmaz iki yoldaşı olduk. Biz yıldız toplamaktan vazgeçtikçe ölü yıldızlar yağmur gibi kaydı hayattan. Buraya yazılmayan bir sürü insan düştü hayattan gözlerimizde yaşlar bırakarak.( Biri vardı ki hala içimi sızlatır saçlarında taşıdığı bahar kokusu.) Zamanla o yolunu çizdi. Acılarını gömüp geçmişine yeni bir hayatı yol tuttu. Bir kızı oldu. Yaşamını ve hayallerini ona bağladı. Zaman geçtikçe o çocuk ölü yıldız toplayıcılarının korktuğu geceyi yenmemizi sağlayan güneş oldu.
Ben mi?
Ben çoktan beri unuttum gözlerimin rengini
Sahi ne renkti gözlerim ?

7 Haziran 2010 Pazartesi

Perde kapandı

Ve perde kapandı
İndi sahneden
Rol bitmişti
Bitmişti oyun
Seyircilere fark ettirmeden
Oturdu koltuklardan birine
Perde açıldı
Yeni oyunu seyre başladı

Ve perde kapandı
Sahnelerin mutlu soytarısı
Silip makyajı
Mutsuzluk tablosunu boyadı yüzüne
Mutsuz insan oldu
Ama olsun
Sonunda insandı

Kapandı perde
Salon boşaldı
Açıldı hayat
Aktör
Soytarı
Kala kaldı
Korku filmi başlamıştı

3 Haziran 2010 Perşembe

yaşam alacaklarını toplamakta

Ne için hayata gelir insan
Ne için yaşar
Ölüm değimlidir yaşamı sonlandıran
Modern zamanlarda yaşıyoruz
X hayatlar
Y insanlar
Z iş
T teknoloji
Alfa bankalar
Beta kredi kartları
Sonsuz borçlar
Birde toplumsal sorumluluklar
Evlenmek lazım
2 de çocuk koduk mu dünyaya
ne geçti eline
Düşünmedikten sonra yaşamı
Kayıtsız kalınca çevreye
Her şey geleceğini garanti altına almak çabası mı
Ne zaman yaşar insan
Giden geri gelmiş mi öte dünyadan
İlkel zamanları düşününce
İnsan yemek için avlar
Yaşamak için savaşır
Ne yaparlardı okadar boş zamanlarında
Her şey seksmiydi acab a
Biz mi boktan yaptık dünyayı
Aldığımızda da bu kadar boktanmıydı acaba
Cevapsız sorular
Her soru cevabını içinde barındırmıyor.
Sadece borçlu geldik borçlu gideceğiz
Yasam alacaklarını toplamakta

......


Baygın baygın bakardın
Bakışlarınla insanları yakardın.
Belaya bulaşmasın diye başım
Yere bak derdim
Sen kaldırımları yakardın.
Şehrimin Arnavut taşlarıyla süslü sokaklarında
Kaldırımlara adını yazardın
Baygın baygın bakardın
Sonra
Hala hatırlamıyorum
1 nisan şakasının ardından gelen o günü
Hala hatırlamıyorum
O gece nasıl geldiğimi eve
Neden nasıl ve ne olduğunu
Sadece biliyorum
Yoksun
Gittin……..
Son defa
Bakışlarımı bakışlarınla yakmadın
Arkana da bakmadın
Ben gözlerine doyamadım

31 Mayıs 2010 Pazartesi

..

Uzun zaman olmuş sevgili blog
Neler oldu bu 3 haftada hadi seninle beraber bakalım.
Hatırlarsan en son 15 Mayıs günü konuşmuştuk. 15 Mayıs günü öğlenden sonra 16.45 de gelen telefonla canım çok sıkıldı. Ailemizde bir jenerasyonun son üyesi terzili annem hayatını kaybetmişti. Bu yüzden samsuna gittim. Samsun 16 mayıs da samsun güzeldi. Gelincik tarlaları bezemişti her yanı. Ancak güzellik siyah beyaz bir acı dolu idi bizim için. Daha 3 ay önce yaptığımız konuşmada hadi yazın görüşürüz diye ayrılırken ben bu sene iyi değilim yazı göremem daha önce gelirsin demişti. Aynen dediği gibi oldu. 3 ay önce dedemin cenazesinde Bir tek ben kaldım. Beni de götür diye ağlamıştı dediği gibi oldu galiba.

Sonra başka neler oldu. Histone kuruldu. Aslında yaklaşık bir ay önce kurulmuştu ama ilk tekliflerimizi verdik. Histone bizim şirketimiz. Yani yarın atılsam işe başlayamama gibi ya da ben ne yaparım kaygımın olmadığı bir yatırım benim için. Gerçi maaşı alınca bir ortak çıktı denilebilir. Yok, şirket kuruluşu, Web sitesi, müşteri ziyaretleri için ziyaretler vs derken astarı yüzünden pahalıya geldi ama olsun. Bir çocuğum oldu diyelim. Laf aramızda bugün ilk sözleşmemizi imzaladık. Dün gece 2 ye adar sözleşme üzerinde uğraşmıştım. Küçük bir iş ama gene de bir iş işte. İşi kurduktan sonra bu işin olabileceği yapılabileceği üzerine bir umut benim için.

Geçen hafta sonu birlikte kahvaltı ettiğim bir arkadaşımda bizim çocuk büyürken emek vermek istediğini söyledi. Sende arkadaşlarına söylersin değil mi blog. Belki bir şeyler daha katarız beraber. Ne düşünüyorum biliyor musun belki bir gün şimdi beraber olan herkes aynı çatı altında ortak kararlar alıp eski gibi kolektif içinde güzel şeyler yaratabiliriz. Bir de ne düşünüyorum bir çiftliğimiz olsa söyle herkesin ayrı evlerinin olduğu ama ortak yaşam alanlarının bulunduğu neyse bunlar uzak hayaller
Dünde çorum da idim. Sana Kenmemo 'nun öyküsünden bahsedeyim. Zehir gibi akıllı iki genç adam. Ama umutsuzluk içindeler. Onlarla bir şeyler yapmaya çalışacağız şimdi.
Umarım onlar içinde bizim içinde iyi olur diye düşünüyorum.
3 hafta da başka neler oldu. İşyerinde sıkıcı olaylar yaşanıyor. Acayip bunaldım. Hatta saçım ve sakalım hiç olmadığı kadar beyazladı. Değerlerimle çelişmem isteniyor. Yapamıyorum. Umarım hayırlı olur.
Bu sene hemen her hafta dışarıdayım. Leyleği havada gördüğüm söyleniyor. Ben dün leyleği hem havada hem suda gördüm. Ayrıca kartalda gördüm. Gördüğüm ilkel ve yararlı su değirmenini de geçmeyelim.İlginç bir yolculuk oldu benim için.

Bu arada biraz önce koltuğu bu ay 4 kez kırdım. Galiba kilo vermem gerekiyor

Çağrı




Bugün 31.05.2010. Bugün israil açıklarında insanlık bir kez daha öldürüldü.
Dünya alıştı artık küçük çocuk genç yaşlı kadın erkek demeden insanlığımızın her gün bombalarla, kurşunlarla, snipperlar la katledilmesine.
Alışmamalıyız oysa.
One minute demeye benzemiyor değil mi; Ülkemi terk edin demek.
Öne minute demeye benzemiyor kendi Musevilerine tepkisiz kalmayın demek.
Gazze de bombalar yağarken, bombalar altında insanlık katledilirken İsrail büyükelçisini sadece kınayanlar biraz zaman sonra Davos ta koltukta one minute diyerek meydan okumuşlardı. Ve işte tam 1,5 yıl sonra bu sefer yardım gemileri vuruldu. Sn: One minute Hadi gemiyi vuranların uluslararası mahkemede yargılanması için BM' lere teslim edilmesini isteyin ya da sizde İsrail’e şu muhteşem gücümüzü gösterin. Gerçi koltuklar üzerinde one minute demeye benzemez Chavez gibi ülkemi terk edin yoksa sizi tutuklayacağım demek.
Sadece Sn:One minute ‘den bir şeyler beklemiyoruz. Hitler faşizmine direnen Musevileri İsrail faşizmine direnmeye çağırıyoruz, insanlığın ölmemesi için bir şeyler yapmak lazım.

11 Mayıs 2010 Salı

Sarıkeçililer durmasın


7 Mayıs günü Türkiye’nin son konar- göçerleri olan sarı keçililer ile beraber olmak yürüyüşlerine başlamadan onları desteklemek için mersin in Gülnar ilçesine doğru yola çıktık.
Uçaktan inmemizin ardından adana dan alacağımız Şafakların evine gittik. Sabah günün ilk ışıkları ile yola koyulduk. Dehşet verici güzellikteki kanyonlardan ve yaylalalar dan geçerek Gülnar a vardık. Gülnar küçük bir ilçe. Burada yapılan panele katıldık. Panelde ağırlıklı olarak Sarı keçililer Yörüklerinin doğal yaşamın ne kadar önemli bir zinciri olduğundan bahsedilerek özellikle Yörük kültürünün yok edilmemesi gerektiği ve Sarı keçililerin yaşam alanlarının göç yollarının son dönemde kısıtlanmasından dolayı ortaya çıkan sıkıntılardan bahsedildi. Sarı keçililerin en önemli gelir kaynağı olan hayvancılığın ortadan kaldırılmaya çalışılmasına karşı alınabilecek önlemler konuşuldı.
Arkasından göç yollarına düştük. Gülnar ‘dan 20 km ötede yaylalara. Çadırlar hazırlandı. Gelen insanlarla tek tek ilgilenilmeye başlandı. Yörüklere özgü eğlence, kına gecesi yapıldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir kısım insan yorgunluktan battaniye altında sızarken bir kısım insan ateş başlarında toplanmaya başladı. Hiç tanımadığın insanlarla hiç tanımadığın yerlerde yapılan sohbetlerin tadına diyecek yoktu.
Sabah kahvaltıda yediğimiz gözleme kadar tatlı idi .Sarıkeçililer derneği başkanı Pervin hanımın herkese aç kalmayın , içiniz ısınsın diye çay getirmesi ,gözleme ikram etmesi Yörük misafirperverliğinin simgesi idi.
En güzeli de akşam olmadan hemen önce bazı insanların yanınıza gelip uzaktan geldiniz buralar geceleri soğuk olur hadi evlerimize gidelim, yemeğimizi yiyin sohbet edelim demesi idi. Kalmadı bitti dediğimiz adetler bunlar. Keşke yaşasaydı dediğimiz adetler. İç çekerek kitaplarda okuduğumuz… Yaşayan canlı örneklerini görmek istiyorsanız Toroslara gidin. Yaşar kemalin kitaplarında anlattığı 5 direkli Yörük çadırlarının anlatıldığı, kıl çadırda yaşayan keçi sütünü yoğurdunu yiyerek beslenen, kullanacağı bütün eşyaları kendi üreten, elektriği bilen ama uzak duran insanların yaşadığı Torosları görmek istiyorsanız vakit kaybetmeden gidin. Kim bilir sizde ayrılırken belki benim gibi keşke hep burada kalma şansım olsaydı dersiniz.
Not:17-18 Temmuzda Isparta Yörükleri Isparta da toplanacaklar.

4 Mayıs 2010 Salı

Benim şehrim Benim Samatyam


Aralıklarla da olsa yıllardır İstanbul da yaşıyorum. İlk geldiğim zamanlarda zannedersem 4-5 yaşlarındaydım. İstanbul Aksaray da oturuyorduk. Evimizin önünde bir otobüs durağı vardı. Etyemez otobüs durağı. Okumayı yazmayı sökünce 12 Eylül’ün sıkıntılarını bilmediğimden 24 Ocak kararlarından haberdar olmadığımdan eve pek et girmemesinin sebebini durağın ismine bağlamış olabilirim.
Evimiz bir apartmanın 5. Katında idi. Balkon olarak kocaman bir teras kullanıyorduk. Eski Türk filmlerini özellikle Metin Akpınar Zeki Alasya filmlerini izleyenler bizim evlerimizi görmüştür. Hani tren yolunun üzerinden geçen bir köprü vardı. Kenarında bahçe içerisinde eski ahşap evler. Bizim oturduğumuz apartmanların tam karşısı idi o bölge. Evlerimizin arkasında içinde kocaman bir ceviz ağacının olduğu bir bahçemiz vardı. O zamanlar o bölgedeki bütün evlerin arkasında bahçeler mevcuttu. Çocukluğumuz o bahçeden bu bahçeye girerek, bostanlar arasındaki çocuk bahçelerinde oynayarak geçti. Evimizin 2 Durak ötesi Samatya.

Bir çoğu için Samatya Ali haydarın Vakkas la kapıştığı, Vakkasın oğlunu kovaladığı Hanımla afeti devran Neriman’ın kapıştığı, Nerimanın kardeşi iğrenç Şeco’nun esnafa kan kustururken karısının peşinde koştuğu meydan.
Samatya benim için Koca Mustafa paşa istasyonuna giderken içinden geçtiğimiz kocaman meydan. Evimizin yanın da ki hastanenin adı. Sahillerinde top oynayıp, uçurtma uçurduğumuz yerler. O zamanlar Aksaray –k.Mustafa paşa –Samatya-Yedikule hattı ağırlıklı gayrı Müslim ve Müslümanların dostça yaşadığı yerdi. Mesela apartmanımızın girişindeki Necati amca ermeni idi. En alt komşumuz Suzan teyze ermeni idi. Çocukluğumuz onların çocukları ile oynayarak geçti. Akşamlar karşı komşumuzla makarna partileri yapardık. Yan apartmandaki maviş teyzenin evine gitmek istediğimizde şimdi kim 5 kat inip çıkacak diye çatılardan atlayarak evden eve geçerdik. İlk uçurtmamı arkadaşım şükranın annesinin dayısı yapmıştı. Güzel günlerdi.
Daha sonra bizim evlerimizin olduğu yeri hastane yapacaklarını söyleyerek yıktılar. Biz bahçelievler'e taşınmak zorunda kaldık. Herkes bir yerlere dağıldı.


Yıllar sonra iş yerinde bir arkadaşım her akşam takıldığı yere beni, götürdü. Çocukluğumun tarihi bütünleştiren kilise çanları ve ezan seslerinin birbirine karıştığı o muhteşem meydanına gittim. Bir daha da çıkamadım denilebilir.


Şimdi Samatya benim için Samatya balık evinin usta garsonu Erol’un geçerken bile hoş geldiniz dediği yer. Şarap sokağındaki Evdoksiya günbilir’in restoranında humus yediğim yer. Antik restoranda şakalaşarak nubar ve enişte ile arada bir demlendiğim yer. Çoğunun bilmediği ocak başında Samatya’nın müdavimleri ile yanında en iyi mezesi olan sohbet ile rakının tadını ve kokusunu içine çektiğim yer. Mesela zeki Müren hayranı Nubar, Mesela denizci emeklisi şef Enişte, Mesela emlakçı, Mesela Hasan hoca. Mesela bizim şirketten tekaüt Gürsan, Mesela adını hatırlayamadığım diğerleri. Mesela geçenlerde kaybedilen müdavim her şeye muhalefet Castro ve onun en yakın arkadaşı Mikail.
Evet, bir müdavim daha terk etti Samatyanın arka sokaklarını. Ben o gece orada değildim ama orada olanlar anlattılar. O gece Castro’nun her zaman oturduğu masaya bir rakı bardağı içine gül konularak bir bardak rakı ve yanına bir bardak su konulmuş. Masaya bir mum yakılmış. Maç olması nedeni ile hınca hınç dolu meyhanede o masaya kimse oturmamış. Sadece Mikail oturmuş. 90 dakika boyunca gözyaşlarını masaya akıtmış. Kimse o masadan sandalye almamış. Herkes masaya bakıp gidenin şerefine kadeh kaldırmış.


Nubar, Enişte,Gürsan ve diğerleri. Bizim insanlarımız.Sessiz, sakin,yalnız. Varsın öyle olsun. Varsın yalnız kalsın ama bozulmasın. Sürülmesin Samatyanın müdavimleri. Taksim de olduğu gibi git gide meydandan uzaklaşalım desek Samatya meydanının altı deniz. Düşmanmış gibi dökülüveririz denize mazallah.Zaten hepimiz azınlığız bugünlerde.

Toplumumuzun renkleri olan dilimize pelesenk olmuş azınlık kardeşlerimizle bütünleşmenin bu derece olduğu sokaklar, semtler mahalleler pek kalmadı artık. Bu müdavimler de kalmadı, bu adetlerde kalmadı. Hüzünlü bir son baharın son demlerini yaşıyor Samatya Meydanı. Sonu kış. Sonu volkan. Sonu Pompei ki küller saklamıyor çağımızda hiçbir şeyi. Karlar tamamen üzerini kapatmadan gidin görün Samatyayı. Birazcık hoşgörüye önem veriyorsanız birazcık sohbet ise içmekteki amaç ve birazcık mutluluksa istediğiniz gidin görün Samatya yı. Biraz daha beklerseniz kaybolacak çünkü. Samatya yeni yüzyılın yozluğuna yenik düşüp küllerin altında kalsa bile Samatya da ki kültürün yaşaması için gidip görmek gerek.



NOT:Fotograflar Facebook Samatyadan grubundan alınmıştır.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir ben var benim içimde


Bugünlerde aklıma eseni yapmaya başladım. Aslında uzun zamandır planlı yaşamaya çalışanlardanım.
Bu yüzden sıkıcı bir yaşantı sürdürdüğüm söylenilebilir. Ancak bu sıralar farklı davranıyorum. Farklılığımın sebebi yeni ben’e uyum sağlayamamak denilebilir. Çünkü eski Ben de yani gençlik zamanlarındaki halimde böyleydi benim. Aklına eseni yapan deli dolu bir genç adam düşünün. Zaman değiştirir demişlerdi. Bende buna adam akıllı inanmaya başlamıştım. Öyle ya hiç çalışmazken çalışmaya başlamak üstüne üstlük bazen 2-3 gün gıkını çıkarmadan çalışmak, evden işe işten eve bir adam. Cumartesi akşamları arkadaşlarla buluşup bazen geçmişi yâd etmek. Mesela eskiden kafana bile takmayacağın bir konu hakkında saatlerce tartışmak ya da bir talk Show hakkında sohbet etmek. Yok, yok canım bundan 17-18 sene önce bunlarda neymiş derdim ben.
Bugünlerde de demeye başladım. Bu hafta gençliğime tam ters taraftan bakmaya başladım. Yaptıklarım ve yaşadıklarım taban tabana zıt. Ama aklıma eseni yapıyorum işte. Nemi yapıyorum. Bugün işten çıktım. Saat 19.30 civarında galata köprüsü civarında idim. Arkadaşlarla buluştuk siparişi verirken ben sanki Eminönü’ne ya da Taksime gitme kararı vermişçesine ben bu akşam trenle Ankara’ya gideyim yarın sabah arkadaşlarla kahvaltı yapayım gün içinde başka bir arkadaşım var onu göreyim yarın akşam trene binip geri dönerim dedim. Tren biletimi aldım şu anda bu satırları trenden yazıyorum. Cebimde bulunan son 35 lira ile Ankara yoluna düştüm. Eskiden de böyle beş parasız yolculuklar yapardım. Gençliğime mi dönüyorum ne?
Galiba her bahar olduğu gibi bu baharda gene depreştirdi içimdeki asi adamı.

26 Nisan 2010 Pazartesi

çocuklar ah çocuklar


Bu günlerde çok canım sıkılıyor.
Çevreme bakıyorum insanlara bakıyorum bir umarsızlık, bir ikiyüzlülük sarmış insanları. Gelenler gidenler. Nereden gelip nereye gidiyoruz diye soran yok. Amaçsız bir nesil yetişti. 1980 darbesinin çocukları tamda darbecilerin istediği çocuklar olmuş. Tamamen apolitik bana neci bir nesil yetişmiş. Bencil bir nesil, paylaşım yok denecek kadar az. Herkes birbirine kazık atmanın derdin de. Herkesin duvarında ki bugün Allah için ne yaptın yazısını indirip Bugün millete kazık atmak için ne yaptın yazısını yazması lazım.
Ben 80 döneminde 7-8 yaşlarını yaşayan çocuklardandım. Benden 7-8 yaş büyük olanların cezaevlerine atıldıkları, asıldıkları dönemlerdi. Bu yüzden 12 Eylül’ün tüm etkilerini yaşayan kuşak değiliz. Mesela bugün İslami kesimin bu kadar gelişmesine karşı olanlar 12 Eylül döneminde sol muhalefete karşı imam hatipleri açmışlardı. Kızıl bayrağın dalgalandığı yerde yeşil bayrakları dalgalandırmaya başlamışlardı. Yeşil bayraklar şimdi başlarına dolandı o ayrı bir şey.
12 Eylülün çocukları 1980-1981 den sonra doğan çocuklar ise acıların çocuklarıydı. Emrah ile büyüyen, itilip kakılan arkadaşları tarafından aşağılanan kimselere güvenmeyen çocuklardı. Bu çocuklar şimdilerde 30 yaşlarında olmalı. Bunlardan bazıları hala güvensizliğin pençesinde kendisine yaklaşan kim olursa olsun acaba bana ne kazık atacak diye bakıyor. En azından benim gördüklerimin tamamına yakını öyle.
Birde 1990'lı yılların çocukları var ki onlar tam evlere şenlik. Şu an 20' lif yaşlarda olmalılar. Bu arkadaşlarımız tecno müzik, uyuşturucu ve alkol ile kendilerinden geçip tüm dünyanın kendilerine bakmak zorunda olduğunu hissetmenin verdiği bir iştahla abuk sabuk kıyafetler ve makyajla ortalıkta gezip durmakta. Bunların bir kısmına tiky deniliyormuş.
Bizim yetiştiğimiz dönemin şöyle bir özelliği vardı bizi diğer dönemlerden ayıran. Eskiden mahalle aralarında bak bu karısını dövüyor, bak bu sarhoş, hırsızmış diye tek tük insanlar gösterirlerdi. Şimdi AA bak bu dürüstmüş diye gösteriyorlar. Belki bundan 20 sene sonra bir zamanlar dürüstlük denen bir kavram varmış şimdi onlar tedavülden kalktı diyecekler. Bunları niye mi yazdım.
Bugün bir haber okudum. Bu haber ise beni dehşete düşürdü. 2000'li yılların çocuklarının Siirt’te yaptıkları. Yaşları 2 ve 3 olan iki çocuğa yaşları 13-14 olan 8 çocuk tarafından tecavüz edilmesi ve ardından çocukların ölüme terk edilmesi. Nasıl bir nesil geliyor. Nasıl çocuklar yetiştiriyoruz ki bebeklere tecavüz ediyor. Bunu onlara yapmaya iten ne. Nedir bu vahşetin sebebi. Çocukların bunu yapmasında sorumluluğu olanlar ayağa kalksın. 12 Eylülün paşaları, şakşakçıları sanık sandalyesine alalım sizi.

25 Nisan 2010 Pazar

23-24-25 nisan:Bünyemi bozan tatil

23 Nisan tatil dediler. Bünyem kaldırmadı. İlk gün sabah kahvaltısından sonra sokaklarda sürtmek için çıktım yollara. Aslında amacım fotoğraf gezisine çıkmaktı. Akşamdan gezi için çantamı hazırladım. Pilleri ve yedeklerini şarja koydum. Sabah kalkınca kapıyı çekip çıktım. Şöyle ilk kareyi yakaladığımda bir hevesle elimi çantaya attım ve o anda pilleri evde unuttuğumu fark ettim. Allahtan cep telefonu yine imdadıma yetişti. Ancak bu yinede "ayın salağı" unvanını kendime vermeme engel değil.
Yıllar sonra ilk kez Beyazıt meydanında gezdim. Okuldan bitirdiğimden beri gezmemiştim. Birazda genç olduğum zamanları aramaya çıkmış gibiydim. Önce okulumun duvarlarının dibinde bulunan tarihi merdivenlere oturup meydanı seyre daldım. Tam Cuma saati, insanların koşuşturması zaman yolculuğuna çıkarttı beni. Benim okuduğum dönemde her Cuma bir eyleme sahne olurdu meydan. Camiden çıkanlar her hafta protesto edecek bir şey mutlaka bulurdu. Hiç bir şey olmasa da İsrail mutlaka protesto edilirdi. Sonraları türban eylemleri ile anılır oldu meydanımız.
Meydandan sahaflara daldım. Kitapçıları ziyaret edip eski ve yeni kitap kokusunu içime çekerek geçtim sahaflardan. Ardından ver elini kapalı çarşı. Çarşı deyip geçmeyelim. Her seferinde muhakkak kaybolurum. Zamanın içinde kaybolmak gibidir bu aslında. Zamanın depremlerin yangınların eskitemediği çarşıyı klimalara yenik hale getirmeyi becermişiz. O kadar kira alıp verip, o kadar para akışının olduğu yerde hala dökülmüş boyalar, eskimiş duvar yazmaları altında kafasını kaldırmadan nasıl durur insanlar anlamadım. Bağırmak istedim ulan gelip geçene bakıp duracağınıza birazda kafanızı kaldırıp yukarıya bakın. Şu kapalı çarşı dizisinde görüldüğü gibi yeni teknoloji kamera ile mi kaplı gözleriniz. Kör müsünüz?

Ardında çemberlitaşa geçtim. Hamamı görünce uzun zaman olmuş hamama girmeyeli girip şöyle bir göbek taşına yatayım dedim. İyi ki demişim. Biraz tuzlu ama masaj iyi geldi canım. Ardından ver elini Samatya Meydanı. Ali haydarın Vakkas la kapıştığı, Vakkasın oğlunu kovaladığı Hanımla afeti devran Neriman’ın kapıştığı, Nerimanın kardeşi iğrenç Şeco’nun esnafa kan kustururken karısının peşinde koştuğu meydan, benim de çocukluğumun geçtiği Samatya.

Şimdi büyüdük az buçuk adam olduk ya bu yüzden artık oynama değil demlenme mekânı benim için. Önünden geçerken eski istanbul'un sadeliğinde esnafın selam verdiği hoş geldiniz dediği Samatya. Aynı masada Ermeni, Yahudi her cemaatten insanın bir arada mutlu mutlu demlendiği Samatya. İşçi ve patron ayrımının olmadığı muhabbetin en koyu olduğu mekânlar. Nubar, Enişte ve diğerleri. Sessiz, sakin,yalnız varsın öyle olsun. Varsın yalnız kalsın ama bozulmasın. Sürülmesin Samatyanın müdavimleri. Taksim de olduğu gibi git gide meydandan uzaklaşalım desek Samatya meydanının altı deniz. Düşmanmış gibi dökülüveririz denize mazallah.Zaten azınlığız bugünlerde.
Samatya dan kaçta çıktığımı hatırlamıyorum. Sabah kalktığım evin kime ait olduğunu da bilmiyorum. Ama herhalde 3-4 saat anca uymuştum. Cumartesi çalışıyoruz koştura koştura işe gittim. İşyerinin bünyesi de tatili kaldıramamış her şey karışıktı. Böyleyken öğlen olduğunda Boluya yapılması gereken bir teslimatı yapma görevine yardımcı pilot olarak dâhil oldum. Aman kimseler duymasın bendeniz 150 sürücü ve 100 civarında araçtan sorumluyum ve araba kullanamıyorum.
Bolunun benim için ayrı bir önemi var. 2 sene yaşadım Bolu da ve şimdiki beni oluşturan kararların birçoğunu Bolu da aldım. İyi kötü fark etmez. 17 yıldır gitmemiştim. Arada bir geçerdim bazen kenarından ama tünelde ve otobandan beri geçme işi de yalan olmuştu.15 dakikalık bir şehir turu yaptım. Öğrenci evimin önünden geçerken duygulanmadım desem yalan olur. Evi boyamışlar makyajı iyi. Ben şimdi ne kadar makyaj yapsam da malzememi bozuk ne tutmuyor. Ev benden iyi durumda çıktı. Neyse Bolu dönüşü Abanta uğrayıp güneş batarken yemeğimizi yedikten ve Sapanca kıyısında bir bardak çaydan sonra eve ulaştığımda gece 01.00 olmuştu. Bu arada bu fotoğrafı da yemek yerken masada bir enstantene oluşturarak yakaladım. Bu sefer makineyi de unuttuğumdan cep telefonu kullanmak mecburiyet olmuştu benim için


ve 25 nisan.Şu anda bu satırları arkadaşımın evinde yazıyorum. Yaklaşık 20 yıldır birbirini tanıyan 3-4 arkadaşız. Hep beraber oturduk sohbet ettik bu akşam. Çetinin yeni oğlu oldu. Deniz Ulaş hoş geldin bebek. Nuran hamile kız olacak benim isim önerim Ekin Su. Her neyse bir tatil daha böyle bitti. Bundan sonra bütün resmi tatillerde çalışmayacakmışız. Bünyemiz nasıl kaldıracak göreceğiz.Bir de üzerine bahar sarhoşluğu ne çarpar adamı.Hadi hayırlısı….
Foto 1-3 İzzet Tokur

22 Nisan 2010 Perşembe

23 nisan neşe doluyor insan.


Yarın 23 Nisan.
Yıllardır 23 Nisan benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. İşe personel alırken işe aldığım personellere dini bayramlar haricinde çalışıyoruz derken ve sabah işe gitmek için kalkarken ah ulan ah ne zaman şöyle resmi tatillerde çalışmayacağım bir işim olacak diye az homurdanmadım.
Geçen sene 1 Mayıs bayram ilan edildiğinde benim tepkim hah sabahları homurdanarak işe gideceğimiz günlere birisi daha eklendi şeklinde tepki vermiştim.
Taşımacılık sektöründe çalışıyorum. Bu sektöre girdiğim güne ayda bir lanet okumak hayatımın rutinlerinden birisi haline geldi. Siz şimdi soracaksınız niye ayrılmıyorsun kardeşim. Çünkü başka ne iş yapabilirim bilmiyorum
Her ne ise yarın 23 Nisan ve yarın tatil.
Bir insan günde 12-13 saat çalışıp haftanın 6 günü çalışırsa yarın tatil dediğinde ne yapacağını şaşırıyormuş.
Yarın 23 Nisan. ah çocuklar gibi şen olmalıyız. her şeye rağmen neşe dolmalıyız
Fotograf :İzzet Tokur